CEO ve Lider Networking Röportajları - Emin Halebak - Lüleburgaz Belediye Başkanı

TARİH: 6.01.2018
Ertuğrul Belen: “Emin Bey, Lüleburgaz Belediye Başkanısınız. Önemli bir kitleyi ve network’ü yönetiyorsunuz. Sizce birbirinden çok farklı ilişkileri yönetmenin püf noktası nedir?”
CEO ve Lider Networking Röportajları - Emin Halebak - Lüleburgaz Belediye Başkanı.

Emin Halebak: “Şöyle düşünün; toplumdaki herkesin bir ailesi var. Değil mi? Arkadaşları var. İş hayatında tanıdıkları var; çevresi var. Bu tanıdığı iş arkadaşları, hatta çok samimi olduğu insanlar içerisinde çok başarılı olanlar, olmayanlar, akıllılar, tembeller, yalan söyleyenler, kurnazlar var. Bunların hepsi var.

İşte, bir kenti yönetmek de bunun gibidir. Çünkü kent de bu davranış modellerini içeren insanlardan oluşur. Kendi hayatımızda ne yapıyorsak, bir kitleyi yönetirken de benzerini yapmalıyız.

“Efendim, siyasetçi şöyle ya da böyle davranmalıdır” gibi sözlerin artık deşifre olmuş davranışlar olduğunu düşünüyorum. Günümüzde insanlar en çok samimiyete bakıyorlar. Paylaşım yaptığınız konularda dürüst müsünüz? Samimi misiniz? Buna bakıyorlar.

Çünkü, samimi ve dürüst olduğunuzda, hiç yalan söylemiyorsunuz; hiçbir zaman da şaşırmıyorsunuz. “Ona öyle mi davrandım, buna böyle mi yaptım? Bir dahaki sefer ne yapayım?” demenize gerek kalmıyor. Siz kendiniz gibi davranıyorsunuz, onlar da kendileri gibi davranıyorlar. Doğal olarak, birçok defa çatışma ortamında kalıyorsunuz. Ama aynı zamanda çok güzel ilişkiler de kuruluyor. Bunların hepsi birlikte yürüyor. Aynı kendi hayatımızda olduğu gibi…”  

Ertuğrul Belen: “Dün akşam, Lüleburgaz meydanında büyük bir sünnet kınası şenliği vardı. Yan yana oturduk, izledik, hatta Romanlarla birlikte dans ettik. Her kitleden ve her yaştan insan vardı. Hep birlikte eğleniyor ve dans ediyorlardı. Bu birliği nasıl sağlıyorsunuz?”

Emin Halebak: “Az önce dürüst ve samimi olmak gerekiyor dedik. Çünkü çevreniz bunu çok çabuk algılıyor.

Mesela çocukları kandıramazsınız. Çünkü onlar çok nettir. Doğrudan duygu ve davranışlarınızla sizi analiz ederler. Toplum da sizi davranışlarınızla analiz eder. Yani siz topluma nasıl yaklaşıyorsanız, toplum da size öyle yaklaşıyor. Böylelikle, bir enerji yaymaya başlıyorsunuz.

İnsanların hayatınızdaki yerini belirlerken, onların zenginlikleri, makamları ve pozisyonlarının ne olduğuna bakmıyorsanız; iyi insan -yani değerler sisteminde iyi noktada- olup olmadığına göre davranıyorsanız; işte o zaman çocuğu için özel bir salonda sünnet kınası yapamayacak birçok insan, niyetinizi anlıyor. Bunlar, düzgün ve dürüst insanlar.

Toplumumuza baktığımız zaman, hiç sesini çıkarmayan milyonlarca düzgün ve dürüst insan var. Bunlar, sessiz sakin bir tarafta duruyorlar. Her şeye itidalle yaklaşıyorlar. Her şeyin daha iyi olması için birçok zorluğa katlanıyorlar. Siz de o insanlara samimiyetle yaklaşıp aynı sabrı gösteriyorsanız, inanın ki bir müddet sonra aranızda bambaşka bir duygusal bağ oluşuyor. O zaman, onlar sizden çekinmiyor; siz de onlardan çekinmiyorsunuz.

Ben bir Belediye Başkanıyım ve bir kenti yönetiyorum. Ama şunu hiç unutmadım: Onların bana verdiği yetkiyle, ben burada duruyorum. Ve bu süreli… Sonsuza kadar değil! Onların içinden çıkmıştım. Bu süre bitince yine onların içine geri döneceğim. Değişen bir şey yok. Oradaki yerimi kaybetmemem lazım; buradaki yerim sonsuza kadar devam etmeyecek.”

Ertuğrul Belen: “İnkübasyon Merkezi, Bisiklet Akademisi, Kadın Girişimci Akademisi ve daha birçok farklı ekosistem oluşturmak için siz ve ekibiniz durmaksızın projeler yapıyorsunuz. Hedefiniz nedir?”

Emin Halebak: “Mücadelemiz, çevremizdeki herkesi çıkarabildiğimiz en yüksek noktaya çıkarmak içindir. Onları tepe noktaya taşıdığımızda, biz çıkamasak bile onlar bizi oraya çekeceklerdir.

Toplum bunu hep birlikte yapabildiğinde, işbirliği iklimi oluşur.

Mesela toplumda insanların birbirleriyle ilişki kurmasını istiyorsunuz. Ancak bizim geleneksel anlamdaki komşuluğumuz neredeyse kalktı. Apartmanlarla bu davranışlar birden yok oldu.”

Emin Halebak anlatırken, Lüleburgaz’da da komşuluğun azaldığına içten içe üzülüyorum.

“Komşuluk ilişkilerinin bittiği bir dönemde, bunu yaratacak iklimi oluşturacaksınız.

Lüleburgaz Belediye Başkanı olarak seçildim. Geldim. Burgaz’da parklar yoktu; 22 tane park yaptım. Çok eleştirdiler; “Parkçı Başkan! Parkçı Başkan!” dediler. Ama iki komşu birbiriyle parkta tanıştı. Çünkü ikisi de çocuklarını parkta oynaması için aşağıya indirdiler. Daha önce oynayacak yerleri yok diye çocuklar evdeydiler.

Tüm bunların sonucunda biz mahallelerde sabah kahvaltıları yapıyor ve yanlarına gidiyoruz. Ne dertleri varsa size her şeyi iletiyorlar. Yaptığımız etkinlikler ve organizasyonların ana stratejisini iklim ve ekosistemlerin yaratılması üzerine oluşturuyoruz. O zaman bu iklim, yanlış bir davranış varsa bile bunu kendiliğinden durduruyor. Kişisel arzulardan ortak beklentilere doğru geçiliyor. Yani bireysel davranışlar yerine toplumsal çıkarlar öne çıkmaya başlıyor. İşte bunun için iklim çok önemli ve bunu tüm alanlarda yaratmaya çalışıyoruz; kadınlar, gençler, çocuklar…

Farklı farklı beklentileri, talepleri ve istekleri olan insanların yaşayabileceği iklimleri yaşatmaya çalışıyoruz. İşte o zaman katılıyorlar, topluma dâhil oluyorlar ve demokrasi de böyle oluşuyor.”

Bu röportajı hazırladığım dönemde Lüleburgaz Belediyesi’nin 2018 İnovasyon ve Tasarım Yılı lansmanına katıldım. Etrafıma baktığımda birçok tanıdık sima ve konu uzmanı görüyordum. Lansmana katılan bazı isimler arasında Serdar Kuzuloğlu (Teknoloji Yazarı), Metin Uca (Moderatör), Ümit Öncel (E-Ticaret Çağı Dergisi Yayın Yönetmeni), Okan Karacan (Komedyen-Yapımcı-Sunucu-Onka Grup Founder), Baturay Elönü (Sosyal Medya Kampüsü Yöneticisi), Gökhan Geyik (Startup Trakya), Ayşe Sabuncu (İmpacthub İstanbul Kurucu Ortak), Osman Akın (BİSİAD Yönetim Kurulu Başkanı), BTSO Bilişim Konsey Başkanı, Ayşe Balıbey (Yazar-Senarist), Emre Can Durmaz (Ceotudent Kurucu Ortak), Kaan Gülten (Webtures Kurucu), Fırat Demirel (Editör) vardı.

Emin Halebak ve ekibinin iklim oluşturmayı bir istek olarak değil, gerçek bir yaşam felsefesi şeklinde ele aldığını daha iyi anlamıştım.

Ertuğrul Belen: “Eleştirileri nasıl yönetiyorsunuz?”

Emin Halebak: “Bir yönetici; insanları, insan davranışlarını, toplumları ve toplum davranışlarını hem iyi analiz edebilmeli hem de bu konudaki bütün araştırmaları takip etmelidir. Ben de ilk seçildiğimde çok tuhaf bulduğum, çok rahatsızlık duyduğum davranışlar oldu. Ancak sonra, şunu bildiğiniz zaman eleştirileri olgunlukla karşılayabiliyorsunuz: Toplum sübjektif düşünür.

Yani, eleştiren tarafında her şey onun için haklı bir davranış ve söylem olabilir, ama gerçekte belki değildir. Bunun normal bir davranış süreci olduğunu öğrendim. Çünkü insanlar kendi yaptıklarına yüzde on beş muhalefet eder; başkalarının yaptıklarınaysa yüzde seksen beş… Onun için bu muhalefet ve eleştirinin doğal bir davranış olduğunu anladığınız an itibarıyla, bunlar sizi o kadar rahatsız etmeyecektir.

Bu eleştiriler içerisinde gerçekten dikkate alınacak bir şey varsa, “Yahu sen bana bunu nasıl söylüyorsun?” diye kavga çıkarmak yerine, “Bir dakika, söylediği doğru. Benim bu konuda tedbir almam lazım, davranış değiştirmem lazım.” diyebilirsiniz.

İşte bunu anlayabilme, algılayabilme ve sezebilme kapasitenizin olması lazım. Yoksa her eleştiri kavga konusu haline döner. “He, he…” deyip geçiştirmeyi de ben samimi bulmuyorum.”

Ertuğrul Belen: “Sadece Belediyenizin dışında değil, ekipleriniz arasında da güçlü ilişkiler ve iyi bir network oluşmasını önemsiyorsunuz. Neden?”

Emin Halebak: “Lüleburgaz Belediyesi’ne ilk geldiğimde müdürlükler ve içinde çalışan insanlar birbirleriyle görüşmüyorlardı. Bu yanlıştı. Önce bunu halletmemiz gerekiyordu.

Biz bir ekibiz ve bir organizmayız. Yani sizin bacaklarınız bir yere giderken, kollarınız bir başka yerde kalabilir mi? Halbuki gittiğiniz yerde kollara, kafaya, bacaklara hepsine ihtiyacınız var. O zaman, hepsinin aynı istikamette hareket etmesi, ortak ülkü etrafında toplanmasına bağlıdır. Liderin görevi, bu ortak ülküyü yaratmaktır.

Ortak ülküyü ilan etmenin dışında asıl dikkat etmesi gereken konu, bunun ekip tarafından yaratılmasını sağlamaktır. Yani liderin “Arkadaşlar şimdi hedefimiz karşı kale!” demesindense, ekibindeki herkesin “Artık karşı kaleye hemen gitmeliyiz!” demeleri çok daha değerlidir.

O hissi, ekip lideri verebilmeli ve ekibine söyletebilmelidir.”

Ertuğrul Belen: “Sizinle Networking ve diğer konular üzerine sohbet ettiğimizde aslında bunların çok erken yaşta okulda öğretilmesi gerektiğini paylaşmıştınız. Konuyu biraz açar mısınız?”

Emin Halebak: “Ben şunu soruyorum: altı-yedi yaşındaki çocuklar sokağa oyun oynamaya çıkıyorlar. O çocuklardan bir tanesi hepsini düzenliyor; “Sen şurada duracaksın, sen buraları alacaksın, sen de buraları…”

Hangi liderlik eğitiminden geçti?

Veya bir köye gidiyorsun. O köyde okumuşlar var ama ilkokulu bitirmemiş bir adam da var.  Çevresindekiler “Bir de ona soralım, bakalım ne diyecek? Ona göre bunu yapalım ya da yapmayalım.” diyorlar.

Bu neye göre belirleniyor?

Aslında bütün mesele karar verebilme kapasitenizin artırılmasıdır.

Sözgelimi hiç balık yakalamamış birisi, oltasından çıkardığı balığı iğneden nasıl kurtaracağını nasıl bilebilir? Bilemez tabii ki! Havaya baktığında havanın bozacağını, denizden kıyıya doğru gitmesi gerektiğini nereden bilecek?

Ancak, çocuk yaştan beri bununla uğraşmışsa, o zaman konu her neyse çok daha iyi olacak. Yani çocuklarımız için benim önerim şu: son zamanlarda aileler çocuklarını sadece dersler ve kitaplarla uğraştırıyorlar. Çocukların gerçek hayat problemlerini çözmelerine izin vermiyorlar. Yani problem çözmekten kastettiğim; mesela ayakkabısının bağıları düğümlendi. Bunu nasıl çözecek?”

Ben altı yaşından beri çalışıyorum. Çıraklık yapıyordum. Nerede bir problem olur; ustam hemen çağırırdı: “Hemen buraya gel! Bu zımbırtı ancak senin aklına gelir; şimdi ne yapacağız?” derdi. Onun -bu zımbırtı- dediği, problemdi. “Bu problemi nasıl çözeceğiz?” demek istiyordu.

Peki, ne yapmamız lazım?

Çocukların mutlaka sorunlarla karşılaşmaları lazım. Bunun basit pratiklerini şöyle yapabiliriz: Çocuklarımızı kampa gönderelim. Kendi çadırlarını kursunlar. Oyuncaklarını kendileri yapsınlar.

Bana hiç oyuncak alınmadı. Büyükler benim yaptıklarıma baktılar; “Bu çocuk ileride olsa olsa mühendis olur.” dediler.

Asıl mesele biz çocukların hayallerini çalıyoruz. Bırakın hayal kursunlar. Hayal kurdukça onlar yaratıcı olacaklar, sorun çözecekler. İleride girişimci olacaklar.”

Ertuğrul Belen: “Lüleburgaz’da FİFA kriterlerine uygun sahalar, Bisiklet Akademisi, yurt dışından gelen motosikletleri ağırlayan misafirhane, şehir meydanında düzenlenen yılda 250’nin üzerinde etkinlik… Ve atladığım daha birçok etkinlik ve yatırım. Lüleburgaz için hayaliniz nedir?”

Emin Halebak: “Bunların hiçbirini yeterli bulmuyorum. Yeterli değil!

Bakın; dünyanın hiçbir ülkesinin yurttaşları bizim gibi bir vizyona sahip değiller. Bizim adımıza Ulu Önder Atatürk, bir vizyon koydu: Muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmak. Bu, sonsuza kadar sürecek bir yarış. Çünkü sizi arkanızdan birileri hep kovalayacak. Onlar durmuyor; duruyorsa bir tatmin noktası olması lazım. Ama hayat öyle değil; sürekli gelişiyor. Bizim de kendimizi sürekli geliştirmemiz lazım. Hele muasır medeniyet seviyesinin üzerinde tutabilmek, çok önemli bir vizyon.

Hangi ülkenin yurttaşına lideri böyle bir vizyon sundu ki? İşte bu sebeple, benim de geldiğimiz bu noktayla tatmin olmam mümkün olabilir mi? Olamaz!

Deyin ki Lüleburgaz’ı tüm parametrelerde mükemmel bir noktaya getirdik. Yine sohbetimizin başına geleceğim; fakir bir ülkede zengin yaşayamazsınız. Biz, ne kadar etki yaratıyoruz?  Bunu ölçmeye başlayacağız. Eğer bizim yaptığımız başka taraflara yayılmıyorsa, inan ki yaptıklarımız yeterli değil demektir. O zaman yayılım etkisiyle de ölçmeliyiz.

Floransa, küçücük bir yer. Ama tüm dünyayı etkileyecek Rönesans’ı gerçekleştirdi. Şimdi oturup sorsam “Tüm dünyayı ufacık bir kasaba değiştirebilir mi?” diye, dünyadaki milyarlarca insan hepsi bir ağızdan “Hayır, değiştiremez.” diyeceklerdir. Ama, 500 sene geçti, hâlâ Rönesans’ın etkilerini yaşıyoruz. O dönemi sindirmeye hala devam ediyoruz. Bunu sindirmek için bu yolda bir süre daha yürüyeceğimizi zannediyorum; ta ki yeni bir Rönesans ve düşünce akımı oluşana kadar...

O günden bugüne kadar birçok şey değişti; dünya savaşlarını yaşadık; dünya hâlâ savaşlarını yaşıyor. Bunlar hep olacak. Belki bunları durduramıyoruz. Ama insanları daha mutlu edecek yaşam şekilleri ve ilişki şekilleri bulabiliriz. Bütün mesele bu ilişki şekillerini tanımlayabilmekte ve insanların bunu kabullenebileceği noktaya gelebilmektedir.”

Ertuğrul Belen: “Çok insanla karşılaşıyor, tanışıyor ve sohbet ediyorsunuz. Kişileri, isimleri ve yüzleri hatırlamak için bir yönteminiz var mı?”

Emin Halebak: “Ben, insanları dürüst, iyi ve samimi ya da üçkağıtçı, yalancı, hilebaz olarak kodluyorum.”

Gülüyoruz. İçimden “Sanırım bu da bir yöntem!” diyorum.

“Bu ikinci gruptan kendimi sakınıyorum. Ben tanıştığım insanları önce sonsuz krediyle ilişkiye başlatırım. Herkesin dürüst ve iyi olduğunu düşünürüm. Herkesin beni bir kere kandırma hakkı olduğuna inanırım.

Herkes beni istediği gibi kandırabilir. Kandırıyorlar da! Ama çevremdeki herkes gayet iyi bilir ki asla ve asla ikinci kandırılmaya izin vermem.

Birinci kandırma o kişiyle ilgilidir. Beni kandırması onun ayıp ve eksikliğidir. İkinci sefer kandırmasıysa benim ayıbım olur. Buna da izin vermiyorum.”

Ertuğrul Belen: “Vizyonunuzu kime, neye borçlusunuz?”

Emin Halebak: “Hayatımda birçok kırılma noktası yaşadım. Bunların koskoca bir kabı damla damla doldurduğunu düşünebilirsiniz. Etkilendiğim insanlardan birinin şu sözü hep aklımdadır: 

“İnsan; yirmi beş yaşına, yirmi beş yılda; otuz beş yaşına otuz beş yılda; kırk yaşına kırk yılda gelir.”

Kırk yılda geldiğin tecrübenle, yirmi beş yılda geldiğin aynı değildir. Bir insan yirmi beş yaşında farklı; kırk yaşındayken farklı olabilir. Bütün bu birikimlerin sonucunda olduğunuz noktaya, bugüne geliyorsunuz. Önemli olan tecrübeyi ne zaman biriktirmeye başladığınızdır. 

İşte bu yüzden, çocukluk dönemi ve çocuklarımız gelişimimiz için çok önemlidir!

Çocukluk döneminde biriktirmeye başladıysanız; arka planda birikenler de çok fazladır. “Hayır bunu ben elli yaşında fark ettim.” diyorsanız, artık zamanınız azalmıştır.

Ben Shakespeare’i ortaokulda okudum. Mesela aşk…Romeo Juliet’te Shakespeare: “Aşk, her şeye meydan okur.” diyordu. Benim için bu tanım tamamdı. Aşk öyle bir güçtü ki, her şeye meydan okuyabilirdi.  Yani aşk, bir meydan okumaysa, bir erkeğin kadına aşkından çok daha fazlası olabilirdi.

Meydan okuyabileceğiniz o kadar çok şey var ki: Haksızlıklara meydan okuyabilirsiniz, yoksulluklara meydan okuyabilirsiniz, adaletsizliğe meydan okuyabilirsiniz; dünyadaki eziyete, zulme, her şeye meydan okuyabilirsiniz.

Her neyi aşkla yapıyorsanız başarabilirsiniz.

Hayatımdaki bir diğer kırılım noktası da lisedeydi. Sosyoloji hocamız bizi İstanbul’a tiyatroya götürmüştü. Tiyatro akşam üzeriydi. Bizi sabahtan Bakırköy Akıl Hastanesi’ne götürdü.

Akıl hastanesini gezdik. Hastaları ziyaret ettik. Onlarla sohbet ettik. Bize şiirler okudular, bir sürü şey anlattılar. Kendime şu soruyu sormuştum: “Onlar mı deli, biz mi?” Bulduğum tek cevap; onların azınlık olduğuydu. O kadar! Deli olmayabilirlerdi ama davranışları bizden farklıydı. Hatta söyledikleri birçok şeyde haklı da olabilirlerdi. Bizim değer verdiğimiz birçok şey, onlar için değerini yitirmişti.

Bu ve daha birçok kırılmalar, zaman içerisinde insanı olgunlaştırıyor. Belli bir istikamete götürüyor. Ve sadeleşme başlıyor. Yani bu kırılmalar sizi bir camın paramparça olması halinde değil de; o camın ışığa göre pozisyon alıp ışığın süzülmesini yansıtması haline dönüştürüyor.”